GAVS VELİ-ÜL AZAM ABDULLAH HAZRETLERİ ''KS.''
  E) İSLAM VE ŞERİAT
 
           Arapçada; kanun / yasa, hukuk ve töre gibi anlamlara gelen bu sözcük, bazen yol, yöntem anlamında da kullanılıyor. Yani Arapçada kanuna / yasaya / hukuka şeriat deniliyor. Bu kanunun yahut hukuk kimin ve nerenin olursa olsun aynı adı alıyor. Sözgelimi Arapçada Roma Hukuku denilirken aynen şu ifade kullanılıyor: “Şeriat’ur-Ruman”
          İlginç bir bilgi daha verelim; Arapçada orman kanunu denilirken de şeriat sözü kullanılmakta.
İşte Arapça orman kanunu: “Şeriat’ül- Ğâb” / “Şeriat’ül – Ğâbeti”
Arapçada şeriat sözcüğü ile aynı kökten gelen “Şârî’” sözü de hem kanun koyan hem de ana yol / cadde anlamına geliyor.
         Sözün özü Arapçada şeriat doğrudan doğruya Allah’ın kanunu / yasası anlamına gelmez. Her türlü yasaya, kanuna, hukuka şeriat denilir. İşte bu nedenledir ki şeriat denildiğinde Allah’ın kanunu / yasası manasını dayatmak bir Emevi zulmüdür. Emeviler kendi İslam öncesi Bedevi Arap geleneklerini bir kısım İslamî hükümlerle de ambalajlayarak şeriat adı altında Allah’a izafe edip bu kavramı Allah’ın kanunu anlamına gelecek şekilde yozlaştırdılar.
        Oysa Tunus, Lübnan ve Cezayir gibi laik Arap devletlerinde de kanunlara / hukuka şeriat denilmektedir.
Türkçede kullandığımız meşru sözü de yasaya uygun olan / şeriata aykırı olmayan anlamındadır ki buradaki yasa ve şeriat, görüldüğü üzere dini refere etmeyen laik kanunlar da olabilmektedir.
Gerçeği görmek için şimdi de Kur’an’a bakalım;"Her zamanın bir hükmü vardır"
        Bazı ayetlerde (Danışma Bölümü / Şura Suresi 13 ve 21. Ayetler)  fiil halindeki kullanımları dışında Kur’an’da “şeriat” sözü gibi, aynı anlama gelen “şir’a” sözü de geçiyor.
Nitekim, Sofra Bölümü / Maide Suresi 48. Ayette şir’a sözünün yasa, yol ve yöntem anlamında kullanıldığını görüyoruz. Ama durun bir dakika! Ayette tek bir yasa, yol ve yöntemden bahsedilmiyor. Tam tersine her topluluk / toplum / ümmet için yasa, yol ve yöntemlerin olduğu ifade ediliyor. Yani bu ayetin bize öğrettiği; Allah tarafından bütün toplumları kapsayan tek bir şeriatın mevcut olmadığı, farklı farklı şeriatların sözkonusu olduğudur.
İşte ayetin ilgili bölümü:
“... Sizden her biriniz için bir şeriat / yol ve yöntem koyduk. Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı...”
Şeriat sözünün geçtiği bir diğer Kur’an ayeti de Diz Üstü Çökenler Bölümü / Casiye Suresi 18. Ayettir. Ayette şeriat sözcüğü özgün haliyle geçiyor ve Hz. Muhammed’e hitaben şöyle deniliyor:
“Sonra sana da, buyruğumuzla bir şeriat (yol, yöntem, yasa) verdik...”
Burada da İslam dininin temel inanç ve ahlak ilkeleri kastediliyor. Yoksa dinci grupların ileri sürdüğü gibi şeriat sözü burada da, değişmez, evrensel ilahi kanunlar anlamında kullanılmıyor.
Bu manayı kavramak için Sofra Bölümü / Maide Suresi 48. Ayete bir kez daha bakmak yeterli olacaktır. Ayrıca Diz Üstü Çökenler Bölümü / Casiye Suresi 16 ve 17. Ayetlerdeki ifadeler 18. Ayetteki ifadeyle ilahî bir ceza hukukunun kastedilmediğini apaçık bir şekilde göstermektedir.
Nitekim Kur’an, değişmez ilahi ceza hükümleri vaz etmediğini şu ayette ortaya koymaktadır:
“... Her zamanın bir hükmü vardır.” (Gök Gürültüsü Bölümü / Rad Suresi 38. Ayet)
          Bu ayetten mülhem olsa gerek Mecelle’nin ana ilkesi olarak ifade edilen şu cümle hukukçularımızın diline pelesenk olmuştur:
“Ezmanın tegayyürü ile ahkamın tegayyürü inkar olunamaz!” / “Zamanın değişmesi ile hükümlerin değişmesi inkar edilemez!”
          Kur’an’da ve bazı hadislerde geçen bir kısım “had ve ta’zir cezalarını” Allah’ın değişmez ve evrensel şeriatı gibi kabul etmek, görüleceği üzere doğrudan doğruya Kur’an’a aykırıdır. Bunun bu şekilde kabul edilmesi aslında Kur’an’a rağmen bir şeriat icat etmektir. Bu icadın mucitleri de Emevi güdümlü bir kısım sözde ulemadır. 
          Aynı durum kısas, aile hukuku, kölelik – cariyelik hukuku gibi konular için de geçerlidir. Bu gibi konulardaki hükümler tarihseldir. Kur’an’ın tarihsel ayetleri gerçeğine göz kapayamayız. Aksi halde IŞİD tarzı bir sözde şeriat devletini savunmaktan başka bir çaremiz kalmaz. IŞİD’e kızmanın da bir gereği kalmaz. Dahası bu çağda bile köle ve cariye pazarlarını tabii görmemiz gerekir.
          Şeriat sözünü İslam Hukuku olarak kullananlar da vardır. İslam Hukuku, denildiğinde tarihsel olarak dört ana Sünni Fıkıh ekolünün görüşleri kastedilmektedir. Ne var ki bu dört ana Sünni Fıkıh ekolü pek çok konuda biribirine zıt görüşlere sahiptirler. Hanefi, Şafii, Malikî ve Hanbeli adıyla anılan bu dört ekolün mevcudiyeti bile şeriatı Allah’ın değişmez ceza kanunu sanan cühelayı gülünçleştirmekte değil midir? (Bu dört ana Sünni ekolün dışında deyim yerindeyse beşinci mezhep olarak bir de Caferi Fıkhı vardır. Lakin Caferi Fıkhı yazımızın kapsamı dışında olduğundan bu noktada detaya yer vermek zait olacaktır. )
         Yeri gelmişken hemen belirtelim ki Hanefi Fıkhı, Ebu Hanife’den çok onun öğrencilerinin fıkhıdır. Ebu Hanife’nin meşhur iki öğrencisi hocalarının tersine o günkü siyasi yönetimle iyi ilişkiler içerisinde olmuşlardır. Mezheplerinin fıkhını da bu temelde oluşturmuşlardır.
         Şeriat kavramına ilişkin söylememiz gerek birkaç kelam daha var.
İslam tarihindeki muhalif hareketlerin bu kavrama hiç de sıcak bakmadıklarını biliyoruz. Özellikle de sufî İslamî akımlar, şeriat sözünü çoğunlukla olumsuz anlamda kullanmışlardır. Zira savunduklar mistik / tasavvufi yorum ve görüşler şeriata aykırılıkla itham edilmiş ve bu sebeple pek çok Müslüman Sufî idam da dahil olmak üzere ağır cezalarla tecziye edilmişlerdir.
         Bu noktada büyük Sufî ozan Yunus Emre’nin; “Şeriat oğlanları nice yol keser bana. Hakikat denizinde bahri oldum yüzerim.” sözünü anımsatmak fayda görüyorum.
Şeriat oğlanlarının sicilleri kabarıktır.
         Zeydilik akımının kurucusu peygamber torunu İmam Zeyd’i işkence ederek öldürenler onlardır.
Seyyid Nesimî’nin derisini yüzerek katledenler onlardır.
Hallac – ı Mansur’un, “enelhak” çığlığını idam urganıyla boğan onlardır.
Şeyh Bedrettin’in cansız bedenini Serez Çarşısında günlerce asılı urganda bekletenler onlardır.
Pir Sultan Abdal’ı dar ağacına asan onlardır.
         Saltanat için kardeş katline fetva veren onlardır.
Daha binlerce, on binlerce örnek var. Ama çok sarsıcı son bir kaç örnekle konumuzu bitirelim:
Kerbela’da peygamber torunu Hz. İmam Hüseyin’in boynunu kesen kılıç, şeriat kılıcıdır. Şimr adlı şeriat oğlanı bir katil tarafından kullanılan o kılıcı, Hüseyin’in boynunda düşünüp de şeriata karşı çıkmamak mümkün müdür? Böylesi bir şeriatı ancak Yezit’in köleleri savunur.
         Bir sabah Kufe sokaklarından bir sokakta, evinin önünde Hz. Ali’nin bedenini yararak ona zehir zerkedip şehadetine yol açan hançer de şeriat hançeridir. Zira o hançeri tutan Haricî el, İmam Ali’yi Kur’an’ın hakemliğini yani sözde şeriatı kabul etmemekle itham eden eldi.
         Ben Hak yolunun bir yolcusu olarak şeriata karşı nasıl mücadele etmem?
O şeriat ki Menemen’de, öğretmen asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay’ın başını kesen kör bıçaktır.
Gerçek şu ki şeriat, hâşâ Allah’ın kanunu değil, Muaviye ve Yezit gibi Emevi zalimlerinin Bedevi Arap geleneklerini İslam maskesiyle yeniden pazarladıkları taşeron bir kavramdır. 
         Peki Allah’ın kanunu yok mudur?
Elbette vardır.
         Allah’ın kanunu; kayıtsız, şartsız adalet, kölelere hürriyet, tabiata saygı ve bilime sarılmaktır.
Allah’ın bütün evrene ve toplumlara egemen olan değişmez yasaları vardır. 
Kur’an, Allah’ın işte bu gerçek yasalarına “Sünnetullah” Demektedir. ( Gavs Veli-ül Azam Abdullah Hz. 'KS.' )
 
 
  Bugün 30 ziyaretçi (36 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol